Bize ile Bağlan

ANALİZ

Emperyalizm rüzgarında savrulmak ya da Taliban yönetiminde bir Afganistan seçeneği

Yayınlanan

aktif

GÖRÜŞ - Emperyalizm rüzgarında savrulmak ya da Taliban yönetiminde bir Afganistan seçeneği

ABD’nin Afganistan‘a yönelik 2001 yılında başlattığı “Kalıcı Özgürlük Harekatı“, 20 yıl süren savaştan sonra Taliban’la anlaşarak Afganistan’dan çekilmesiyle sonuçlanmış oldu. Sonuç ironik; yaşamını yitiren binlerce sivil yanında, Afgan halkında ABD ve uluslararası koalisyon güçlerine karşı giderek büyüyen öfke ve güvensizlik sonrasında Taliban’ın halk desteğini kolayca kazanmış olması.

ABD’nin Afganistan’a yönelik 2001 yılında başlattığı Kalıcı Özgürlük Harekatı’ndan dünyanın anladığı ise “Kendi planlarına uygun ülkelere güç kullanarak demokrasi ihraç ettiğini söyle ve halkı da buna zorla, halk buna uymuyorsa şiddet kullanarak sindir ve kontrolü ele geçir, sonrasında da sebep olduğun binlerce ölümü ve yıkımı görmezden gel.”

Afgan tarihini biliyorsanız, ne aylardır medyaya yansıyan görüntüler şaşırtıcı ne de ABD’nin Afganistan’ı terk etme kararı. Çekilmenin başlamasıyla Taliban’ın kısa sürede vilayet merkezlerini ele geçirmiş olması, 15 Ağustos’ta pek bir direnişle karşılaşmadan Kabil’e girmesi, Cumhurbaşkanı Eşref Gani’nin başka yetkililerle ülkeyi terk etmesiyle tüm kontrolün Taliban’a geçmesine de şaşırmamak gerekiyor. Dünya bu süreci; Kabil Havaalanından kalkan askeri uçaklara tutunmuş ya da uçağın peşi sıra koşan ve ülkeyi terk etmeye çalışan yığınları film karesi gibi seyrederek geçirdi. Bu seyirle birlikte medyanın nazara vermeye bayıldığı, seçilmiş sahneler ise Afganların Taliban’la yaşayacağı gelecek olarak sunuluyor dünyaya: Şeriat, uçsuz bucaksız yasaklar ve kadınların köleliği.

Yıllardır emperyalizm rüzgarında savrulan Afgan halkının geleceği, medyada sürekli pompalanan “kadın ve kız çocuklarının müstakbel köleliğinden” çok daha belirsiz ve dramatik. Bu belirsizliği anlamanın en kısa yolu, Afganistan’ın yaşadığı sonu gelmez emperyalist işgalleri anlamaktan geçiyor öncelikli olarak.

Taliban yönetiminin halkın geleceğini nereye taşıyacağı endişesi çok anlaşılabilir bir endişe. Fakat halkın Sovyetler Birliği ve ABD işgalleri nedeniyle yoksulluğa mahkum edildiği on yılların ardından Taliban yönetimini halkın “karabasanı” olacakmış gibi empoze etmek de epey zorlama gözüküyor. 

Afganistan, İran ve Çin gibi güçlü devletlerin bulunduğu bir coğrafyanın tam ortasında. Çok sayıda farklı aşiret, etnik grup ve farklı dillerin konuşulduğu, farklı kültürlerin oluşturduğu göç ve ticaret yollarının ortasında kalmış bir ülke. Merkezi bir yapılanma bu koşullarda oldukça zor. Coğrafyanın zorluğu, kimliğini korumaya çalışan çoğunlukla birbirine rakip, hatta düşman aşiret ya da etnik grubu, kendi bölgesine kapanıp sağlam alanlar, güçlü korunan köyler ya da dağlara yaslanmaya itiyor.

19. yüzyılda da dönemin emperyalist aktörleri arasında kalmış bir Afganistan görürsünüz. Çarlık Rusyası güneye doğru inmiş, İngilizler güneyden kuzeye doğru ilerlemiş, Afganlar bağımsızlıklarını korumak için İngilizlerle savaşmak zorunda kalmıştır. İngilizlerin 1947’de Hint Alt Kıtası’ndan çekilmelerinin ardından, kuzeydeki tehdit şekil değiştirip Sovyetler Birliği’ne (1922-1991) dönüşerek devam etmiştir. Sovyetlerin Afganistan’ı neden işgal ettiği çok tartışılsa da bu sorunun en kolay cevabının “sıcak sulara inmek” olduğu bilinen bir gerçektir.

Taliban’ın temelleri Sovyet işgalinin çok öncesine dayanır. Sovyetler Birliği’nin 1979’da başlayan işgali, güçlü bir merkezi yönetim kurmaya yetmese de Afganistan’da işbaşına gelen komünist rejimin halkın dini ve geleneksel dokusu ile radikal bir biçimde oynamaya kalkması Taliban’ın oluşum ve güçlenme sürecini başlatan asıl nedendir. O dönemde komünizmle mücadele ettiğini söyleyen ABD ve konjonktürel çıkarları olan her ülke Taliban’a destek vermiştir. Taliban’ın temelleri Sovyet işgalinin çok öncesinde atılsa da Pakistan’ın 1940’lı yılların sonunda yaşanan bağımsızlık sürecini de anlamayı gerektirir.

Emperyalist ülkelere karşı direnen ve başarılı olan Afganistan’da şimdi asıl sorun, Taliban’ın ülkeyi nasıl yöneteceği hususu. Çok sayıda farklı aşiret, etnik grup ve farklı dillerin konuşulduğu, farklı kültürlerin oluşturduğu göç ve ticaret yollarının ortasında kalmış bir ülkede merkezi bir yapılanma nasıl sağlanacak, nasıl yürütülecek ve nasıl ayakta kalacak?

Afganistan’ın yüzde 84’ü Sünni Müslümanlardan oluşuyor. Birçok etnik grubu barındıran ülkede en kalabalık nüfusu yüzde 38 ile Peştular oluşturuyor ve bunların çoğu ülkenin güneyi ile doğusunda yaşıyor. Yaklaşık 15 milyon civarında Peştu da ülkenin güneydeki komşusu olan Pakistan’ın kuzeyinde yaşıyor. Bölgedeki İngiliz yönetimi 1947’de sona erip Pakistan bağımsız bir ülke olduğunda, ülkedeki Peştular da Afganistan’daki Peştularla birleşerek “Peştunistan” isimli bağımsız bir ülke kurmayı istediler. Pakistan’la bölgedeki Peştular arasındaki gerilim sürerken 1971’de Bangladeş, yıllar önce İslami bir birliktelik altında kurulmuş olan Pakistan’dan ayrılarak bağımsız bir ülke oldu. Bu ayrılık, Pakistan yönetimi için etnik farklılıkların dinin birleştiriciliğinden üstün geldiğinin göstergesidir aynı zamanda. Afganistan’daki Peştuların etnik kimlik savunuculuğu, Pakistan için daha ciddi bir güvenlik tehdidi olarak karşımıza çıkar. Bu süreç bir süre sonra, Pakistan’ın, Afganistan’daki Peştular arasında İslami bir hareketin yayılması için destek vermesiyle sonuçlanır. Amaç, Afganistan’daki etnik milliyetçi duyguların bastırılmasıdır.

Taliban, Peştuca “talebeler” anlamına geliyor. Pakistan İstihbarat Servisi (ISI), bu amaç doğrultusunda bölgeden getirdiği birçok mücahide kendi topraklarında, sınır bölgelerinde dini ve askeri eğitim verdi. Bu öğrenciler, yıllar sonra Taliban’ın temelini oluşturdu. Pakistan, eğitimler sırasında öne çıkan, başarılı ve cesur gördüğü öğrencileri de ABD’nin bölgedeki yetkililerine tanıttı. 1978’de sol görüşlü ve Sovyet destekli askerler darbeyle iktidara geldiğinde, bu İslamcı muhalefet, Pakistan ve ABD’nin desteğiyle ülkeye girerek silahlı bir isyan başlattı.

1979’da Sovyetler Birliği, doğrudan bir müdahaleyle Kızıl Ordu’yu Afganistan’a soktu. Sovyet işgali, Pakistan’dan gelerek silahlı isyan başlatan “mücahitler”e halk desteğini artırdı ve büyüttü. ABD ve Suudi Arabistan’dan gelen yüklü miktardaki maddi yardımlar da halihazırda Pakistan’da oluşturulup bekleyen hareketin güçlenmesine yol açan diğer bir önemli unsur oldu.

ABD’nin 1980-1985 yılları arasında, Sovyetlere karşı savaşan bu mücahitlere 300 milyon dolarlık yardım gönderdiği biliniyor. Suudi Arabistan da her yıl benzer miktarlarda yardım gönderiyordu. Bu rakamlara İsrail ve Çin’den gelen yardımlar dahil değil.Sovyetler 1989’da çekildikten sonra ABD’nin mücahitlere yardımı önce yıllık 250 milyon dolara indi, daha sonra da kesildi.

Çok sayıda farklı aşiret, etnik grup ve farklı dillerin konuşulduğu, farklı kültürlerin oluşturduğu göç ve ticaret yollarının ortasında kalmış bir ülke. Merkezi bir yapılanma bu koşullarda oldukça zor. Coğrafyanın zorluğu, kimliğini korumaya çalışan çoğunlukla birbirine rakip, hatta düşman aşiret ya da etnik grubu, kendi bölgesine kapanıp sağlam alanlar, güçlü korunan köyler ya da dağlara yaslanmaya itiyor.

Afganistan’da komünist yönetim 1992’ye kadar iktidarda kaldı. Komünizm karşıtı olduğunu söyleyen güçler tarafından desteklenen ve yeterince silahla donatılan “mücahit gruplar” alan kavgasına başladığında insan kaçırmalar, cinayetler, hırsızlık, tecavüz ve sokak çatışmaları, Afgan sivillerin günlük hayatının parçası haline geldi. Taliban, 1992-1996 arasında iyice artan kargaşa ortamında istikrarı yeniden sağlayacağı sözüyle gittikçe daha fazla aşiretin desteği almaya başladı.

Taliban’ın 1993’te Peştuların Ghilzai ve onların da Hotak aşiretinden gelen, Molla Ömer tarafından kurulduğu söyleniyor. Yönetimini ele geçirdiği ilk büyük şehir, son yıllarda suç merkezi haline dönüşmüş olan ve Peştuların çoğunlukta olduğu Kandahar’dır. Burada Sovyetlerden kalan birçok ağır silahı da ele geçiren Taliban, Pakistan’la sınır kapısının kontrolünü de ele geçirdi ve İran sınırındaki Herat’a girdi. 1995’te Afganistan’ın 30 bölgesinden dokuzu, Taliban kontrolüne girmiş oldu.

Taliban, Peştu karşıtı gördüğü ve yozlaşmanın sebebi ilan ettiği Tacik kökenli devlet başkanı Burhanettin Rabbani’yi görevden aldı ve yönetimi ele geçirdi. Taliban’ın gücü ve savaşçıları arttıkça, yerel düzeyde birbiriyle savaşan aşiretler ya da gruplar arasından güçlü olana destek verdi, karşılığında etkinliğini artırmış oldu.

2001 yılına geldiğimizde Taliban, ülkenin yüzde 90’ını kontrol ediyordu. İkiz Kuleleri ve Pentagon’u hedef alan saldırılardan El Kaide’yi sorumlu tutan ABD’nin Afganistan müdahalesi başladı. Taliban, 2001’in sonunda Kabil dahil birçok yerde yönetimi bırakıp çoğunlukla Pakistan’a geçti; yıllardır örgütün yönetildiği yerlerden biri olan Kandahar sınırındaki Ketta’yı örgütün üssü haline getirdi.

ABD ve NATO öncülüğündeki birliklerin desteğiyle Afganistan’da yeni bir hükümet kurulsa da hava operasyonları, sivil kayıplara yol açan ev baskınları ve yerel aşiretler arasında yeniden başlayan mücadele, halkın Taliban’a sempatisinin bazı bölgelerde artmasına yol açtı. 2012’de başkent Kabil’de ve NATO’nun güçlü üslerinde çok geniş çaplı saldırılar düzenleyecek güce erişti.

Taliban kaçınılmaz olarak diplomasi kanalıyla, uzlaşı mekanizmalarını devreye sokarak çıkış yolları arayacaktır. Emperyalizmden arınmış bir Afganistan’a fırsat vermek, gelişmeleri emperyalizmin gölgesinden uzakta kendi pratiği ile denemesine olanak tanımak, çok mu büyük kayıp olacaktır?

Taliban, 2014’te ABD ve NATO, artık Afgan ordusunun eğitileceğini ve kendilerinin doğrudan savaşa katılmayacağını duyurduktan sonra, en kanlı saldırılarını düzenlemeye başladı. Bu saldırıların ardından kırsalda bazı bölgelerin kontrolünü de yeniden eline geçirmiş oldu. “İşgalci güç” olarak tanımladığı ABD ile çeşitli dönemlerde masaya oturan Taliban, nihayet Şubat 2020’de ABD’nin çekilmesi karşılığında bazı şartları yerine getireceğine dair taahhütler verdi.

Sovyet müdahalesi zamanı Kızıl Ordu’yla savaşan çoğu mücahit Taliban’ın yönetici kadrosunu oluşuyor. İşgal öncesinde Afganistan’ı da yönetmiş olan Molla Muhammed Ömer liderleri. Ağustos 2015’te örgütün başına Molla Ömer’in sağ kolu Molla Ahtar Muhammed Mansur getirildi. Molla Mansur’un 2016’da Pakistan’da ABD’nin düzenlediği bir hava saldırısında hayatını kaybetmesinin ardından Hibetullah Ahunzade geldi. Ahunzade’nin siyasi, dini ve askeri kararlarda son sözü söyleyecek mutlak otoritesi var.

Yönetim biriminin dışında bölgesel yapılanmalar var. Burada da uzlaşılan aşiretlerin liderleri, 1980’lerde ülkeden mülteci olarak kaçan ancak daha sonra Taliban çatısı altında savaşmak için ülkeye dönen savaşçılar var. Yayınlanan raporlara göre, yerel düzeyde en tehlikeli ve “tahmin edilemeyen” grup olarak görünen ve Taliban’ın gelirlerini büyük oranda sağlayan haşhaş tohumlarının ekilmesinden, afyon üretiminden ve bu tarlalarla ticaret yollarının güvenliğinden sorumlu eğitimsiz, çoğu okuma-yazma bilmeyen silahlı gençler var.

Küresel afyon üretiminin yüzde 90’dan fazlasının Afganistan’da yapıldığı tahmin ediliyor. Birleşmiş Milletler’in (BM) 2018 raporunda, Taliban’ın bir yılda bu illegal uyuşturucu trafiğinden 400 milyon dolar kazandığı tahmini yer alıyor.

ABD ve NATO, Taliban ve Afganistan’ı diğer ülkelere göre daha iyi tanıyor. ABD yönetiminin, baş edemediği Afganistan’ı desteklemek için daha fazla harcama yapmak istemediği de kesinleşmiş oldu. Şimdi karşımızda Çin’i görüyoruz. Çin’in gücünü, yatırımlarını, petrol yollarını, haşhaş ticaretini artırmak için Afganistan’ı desteklediği düşünülüyor. Bu öngörünün çok da hayal olmadığı tüm otoritelerce kabul ediliyor.

Kuzeyden güneye, güneyden kuzeye, istila yolu üzerinde bulunan Afganistan ve Afgan halkının tarihsel süreçte emperyalizme direnci, istilacı ve işgalciler ne kadar güçlü olursa olsunlar kavgalarını zamana yayıp, düşmanlarını yıpratıp alt etmesini hep kolaylaştırdı. Bunda güçlü bir İslam inancının de etkili olduğu yadsınamaz kuşkusuz.

Sovyet-Afgan savaşı, ABD’nin zekice yönlendirmesi ile İslam-Komünizm ideolojik kavgasına dönüştürülerek Sovyetlerden kurtulan Afganistan, şimdi halkın güçlü İslam ideolojisinin motivasyonu ile ABD’yi de ülkesinden çıkarmış oldu.

Önce komünizmin temsilcisi Sovyetler Birliği sonra kapitalizmin temsilcisi ABD, Afganistan’da kaybetti. Afgan halkı, uzun sürse de emperyalizme de direnebileceklerini ispat etmiş oldu.

Emperyalist ülkelere karşı direnen ve başarılı olan Afganistan’da şimdi asıl sorun, Taliban’ın ülkeyi nasıl yöneteceği hususu. Çok sayıda farklı aşiret, etnik grup ve farklı dillerin konuşulduğu, farklı kültürlerin oluşturduğu göç ve ticaret yollarının ortasında kalmış bir ülkede merkezi bir yapılanma nasıl sağlanacak, nasıl yürütülecek ve nasıl ayakta kalacak?

Afgan tarihini biliyorsanız, ne aylardır medyaya yansıyan görüntüler şaşırtıcı ne de ABD’nin Afganistan’ı terk etme kararı. Çekilmenin başlamasıyla Taliban’ın kısa sürede vilayet merkezlerini ele geçirmiş olması, 15 Ağustos’ta pek bir direnişle karşılaşmadan Kabil’e girmesi, Cumhurbaşkanı Eşref Gani’nin başka yetkililerle ülkeyi terk etmesiyle tüm kontrolün Taliban’a geçmesine de şaşırmamak gerekiyor.

Afganistan’ın geleceği için birkaç temel sorunun cevabını bulabilmek de bir hayli önemli. Taliban’ın Afganistan’da yönetime gelmesi ile emperyalist güçlerin ülkeye ilgisi bitecek mi? Özellikle Batı’nın Orta Doğu’da şeriat ile yönetilen zengin ülkelere ses çıkarmayıp Afganistan’da öcü olarak pompaladığı Taliban yönetimi, halkı ne kadar barış ve huzur içinde tutacak, en önemlisi dış desteksiz halk karnını nasıl doyuracak?

Afganistan’ın ekonomisinin tamamen dışa bağımlı olduğu bir sır değil. Ülkenin gıda maddesinden tutun, iğneden ipliğe kadar yabancı ülkelerin yardımları olmadan büyümesi, Taliban’ın kısa sürede halkına insanca yaşam koşulları sunması çok zor duruyor. Ülkenin kendi imkanları ile savunulması imkansız. Taliban kaçınılmaz olarak diplomasi kanalıyla, uzlaşı mekanizmalarını devreye sokarak çıkış yolları arayacaktır. Emperyalizmden arınmış bir Afganistan’a fırsat vermek, gelişmeleri emperyalizmin gölgesinden uzakta kendi pratiği ile denemesine olanak tanımak, çok mu büyük kayıp olacaktır?

Taliban yönetiminin halkın geleceğini nereye taşıyacağı endişesi çok anlaşılabilir bir endişe. Fakat halkın Sovyetler Birliği ve ABD işgalleri nedeniyle yoksulluğa mahkum edildiği on yılların ardından Taliban yönetimini halkın “karabasanı” olacakmış gibi empoze etmek de epey zorlama gözüküyor. Afganistan halkını on yıllardır boyunduruk altında kendi doğrularına zorlayan ve herhangi bir hesap vermeyen ülkelerin, şimdi Taliban’ın benimseyeceği yönetim tarzını bahane ederek etrafa korku hikayesi salmalarını çok da ciddiye almamak gerek. Emperyalist ülkelerin boyunduruğundan kurtulmuş bir Afganistan’ın kendi yolunu bir şekilde bulacağına da inancımız olmalı.

[Doç. Dr. Metin Duyar, Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyesidir]

“Görüş” başlığıyla yayımlanan makalelerdeki fikirler yazarına aittir ve Anadolu Ajansının editöryel politikasını yansıtmayabilir.

ANALİZ

Alman pragmatizmi Kiev’den döndü

Yayınlanan

aktif

Yazar

Alman pragmatizmi Kiev'den döndü

Prof. Dr. Kemal İnat, Almanya’nın eleştirilere mevzu olan Rusya-Ukrayna politikasını AA Analiz için kevrene aldı.

***

Rusya’nın Ukrayna’ya hücumsı sonucu yaşanmış olan cenkın başta Avrupa olmak suretiyle internasyonal politikae etkiinin ciddi boyutlarda olacağı tahmin ediliyordu. Fakat Almanya’nın cenk sebebiyle yaşanmış olan gelişmelerden bu aşfakat etkilenmesi beklenmiyordu. Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’in Polonya ve Baltık ülkeleri önderleriyle Kiev’e dayanışma ziyaretinde byücenma isteğinin Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy tarafınca geri çevrilmesi, Berlin’in Rusya-Ukrayna politikasının Almanya için doğurduğu negatif neticeleri gösterdi. Mevcut koalisyon yargıetinin olmasıyla birlikte ilkinki federal yargıetlerin de Rusya politikası mevzusundaki yanılgıları Berlin’in bu duruma düşmesine niçin oldu.

Rusya’ya karşı oluşturulmaya çalışılan ittifakın ana mbayındırı ABD’ye ne kadar güvenılebileceği sualsu Berlin’in işini zorlaştırıyor.

Koalisyondaki ihtisözler

SPD’li Şansölye Osöz Scholz başkanlığındaki federal yargıet, en başlangıcından beri Rusya saldırganlığı karşısında en doğru tavrın iyi mi biteceği mevzusunda ciddi sualnlar yaşıyor. Koalisyon ortakları Yeşiller ve FDP ile içinde bu mevzuda mühim görüş ayrılıkları var. Federal Meclis (Bundestag) Savunma Komisyonu Başkanı FDP’li Marie-Agnes Strack-Zimmermann, Ukrayna stratejisini, başkanı olduğu komisyon önünde açıklfakatsı için Şansölye Scholz’a bir çağrı mektubu gönderdi. Bu mektup, mütevazcaıce Strack-Zimmermann’ın değil, koalisyonun küçük ortağı FDP’nin de Scholz’ün Rusya-Ukrayna cenkına dair stratejisini anlfakatdığının ya da tasvip etmediğinin işareti olarak okunabilir.

Bir öteki koalisyon ortağı Yeşiller milletvekili ve Bundestag’ın Avrupa Komisyonu Başkanı Anton Hofreiter de bir tv programında verdiği demeçte, “Almanya’nın yapmış oldurımları ve tabanca teslimatını frenleyen tutumu yüzünden cenkın uzfakatsı risdüşmanlığın artmasından” yakınma ediyor. Yeşiller ve FDP’den gelen bu eleştirilere karşılık Şansölye Scholz, Alman yargıetinin elindeki aslına bakarsanız yetersiz olan tabancaları Ukrayna’ya göndermesi durumunda kendisinin NATO yükümlülüklerini karşılayfakatyacak duruma düşeceği argümanıyla daha oldukça tabanca sevkiyatına karşı direniyor. Buna karşılık gene Yeşiller partisine mensup Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock, Ukrayna’ya ağır tabancaların gönderilmesi mevzusunda ısrar eden bir politika izliyor.

Rusya politikasında vazcaifelilar

Ukrayna Savaşı, daha yeni kurulan Alman federal yargıeti içinde derin bir çatlak oluşturmuş durumda. Yeşiller ve FDP, Rusya’ya karşı daha sert bir politika izlenmesi gerektirme etmiş olduğuni savunurken SPD hala temdüşmanlığı elden bırakmfakat kaygısı içinde. SPD’nin koalisyon ortaklarını kızdıran bu davranışlarında ölçülü politikasının arkasında yatan temel niçin ise Almanya’nın Rusya politikasında gömleğin ilk düğmesini daha baştan yanlış iliklemesi yatıyor. Bu mevzuda ise mütevazcaıce SPD’yi değil, ilkinki yargıetlere koalisyon ortağı olarak katılmış tüm partileri kabahatlfakatk gerekir. Bu durumda 16 yıl ülkeyi yönetmiş Merkel’in partisi CDU da, onun Bavyeralı küçük ortağı CSU da, SPD’li Schröder’in başbakanlığı esnasında koalisyon ortağı olan Yeşiller de, CDU’nun en sevbilimselş olduğu koalisyon ortaklarının başlangıcında gelen FDP de Almanya’nın sualnlu Rusya politikasına katkıda byücenmuş ya da minimumından itirazca etmemiş partilerdir.

Hepsi Almanya’nın ve Avrupa’nın enerji mevzusunda Rusya’ya bağlarımlı olmasına katkıda byücenmuş koalisyon yargıeti ortaklarıdır. Şimdi Litvanya ziyaretinde Dışişleri Bakanı Baerbock’un yıl sonuna kadar Rusya’dan petrol ithalatını ve 2024 ortasına kadar da organik gazca ithalatını sıfırlfakatktan bahsetmesi inandırıcı gelmiyor. Zira bu bağlarımlılığın bu süre içinde ortadan kaldırılması mümkün değil. Baerbock’un mensup olduğu Yeşiller’in kyaşam ve nükleer enerjiyi reddeden politikaları ise “Almanya içeride enerji üretmeden Rusya’dan enerji ithalatını kesmeyi iyi mi başaracak?” sualsunun haklı olarak suallması sonucunu doğuruyor.

Almanya’nın yanlış Rusya politikasında öteki partilerin de mühim vazcaifeliluğu olsa da bu mevzuda en fazcala eleştirilen parti SPD’dir şüphesuz. Bunun temel sebebi ise, biri bugün halen gorevde olan SPD’li iki mühim adın Rusya önderi Putin’le olan yakınlığıdır. Bugünkü Cumhurbaşkanı ve partisi SPD’nin Hıristiyan Birlik Partileri ile kurduğu Büyük Koalisyon yargıetleri dörutubetlerinde sekiz yıl süresince federal dışişleri bakanı olarak gorev meydana getiren Steinmeier, Putin’in saldırgan politikalarına karşı Almanya’nın izlediği yumuşak politikanın en mühim baş yapıcılarından. Steinmeier, Ukrayna rotasını bypass etmesi öngörülen Kuzey Akım 2 organik gazca boru hattının da en büyük savunucularından. Rusya’nın Kırım’ı ilhak edip Donbas bölgesini Ukrayna’dan koparmaya çalmış olduğu 2013-2017 sürecinde de Alman Dışişleri Bakanı Steinmeier idi. Nisan ayı başlangıcında yapmış olduğu bir açıklfakatda, kendisi de Rusya mevzusunda hatalar yapmış olduğunı ve “Kuzey Akım 2 mevzusunda ısrar eden olmasının açık bir hata” byücenduğunu kabul etti.

Rusya-Ukrayna Savaşı daha yeni kurulan Alman federal yargıeti içinde derin bir çatlak oluşturmuş durumda.

Putin’i cesirlıklendiren Alman önderler

Putin ile yakın ilişkileri sebebiyle Almanya’da eleştirilerin odağında olan bir başka isim ise eski Şansölye Gerhard Schröder’dir. Steinmeier’den değişik olarak, Rusya mevzusunda yanlış yapmış olduğunı düşünmeyen Schröder, halen Putin ile yakın ilişkilerini sürdürüyor ve tüm eleştirilere karşın Rus enerji devi Rosneft’in Denetleme Kuryüce Başkanlığına da ilaçm ediyor. Almanya benzer halde, AB’nin önder devletlerinden birinde yedi yıl başbakanlık yapmış birinin Rusya ile bu kadar yakın ilişkilere girmesi, Putin’in saldırganlığı arttıkça gerek içeride gerekse dışarıda SPD ve Almanya’ya yönelik tepkiyi artırıyor. Özellikle Ukraynalı önderler ve bu ülkenin Almanya büyükelçisi, kimi süre dış ilişkiler uzmanıik nezaket kaidelarını da aşarak Almanya’ya sert kabahatlfakatlarda byücenuyorlar. İzlediği yanlış politikalarla Putin’i cesirlıklendiren adam oyuncularin başlangıcında gelmekle kabahatladıkları Almanya’nın, bu hatalarını tesözi etmek yerine şimdi de Ukrayna’ya ağır tabanca sevkiyatı ve Rusya’ya karşı yapmış oldurımların daha da ağırlaştırılması mevzusunda engelleyici ya da kararsız bir tutum içinde olduğu eleştirisinde byücenuyorlar.

Almanya’nın uzun yıldir izlediği ve genel olarak ciddi kazcaanımlar elde etmesini elde eden pragmatik politika Rusya-Ukrayna Savaşı ile kim bilir en ciddi sınavdan geçiyor. Daha evvel pragmatik çizgileriyle Almanya’nın yararsına adımlar attıklarında alkışlanan politikaçiler şimdi ilkesiz olmakla kabahatlanıyorlar. Hatta bu kabahatlfakatlar geriye doğru giderek bu politikaçilerin geçmişteki politikaları sebebiyle eleştirilmelerine de yol açabiliyor.

Kuzey Akım 2 örneği

Bu yeni anlayışta artık Kuzey Akım 2 boru hattının inşa edilmesi, Rusya saldırganlığının teşvik edilmesi ve Ukrayna’nın parçalanmasına onay verilmesi olarak görülüyor. Halbuki geçmişteki pragmatik yaklaşım açısından bakılmış olduğunda, bu boru hattı Almanya’yı Ukrayna hattında oluşabilecek risklerden koruyacak ve Avrupa gazca piyasasında mühim oyunculardan biri meydana getirecek yararlı bir proje olarak görülüyordu.

Buna karşılık ABD ve başta Polonya ve Baltık ülkeleri olmak suretiyle Rusya’nın sert politikalarından rahatsız olan biroldukça adam oyuncu ise bu boru hattının inşasına karşı çıkıyordu. Süreç içinde Rusya’nın saldırganlığı arttıkça Almanya içinden de karşı çıkanlamış olurın sayısı artmaya başlasa da CDU-SPD koalisyon yargıeti “Almanya’nın çıkarları için yararlı” görmüş olduğu projeyi her platbiçimda tavizsiz bir halde müdafaya ilaçm etti. Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Donbas bölgesini Ukrayna’dan koparmaya yönelik saldırganlığı Alman federal yargıetinin bu tavrını değişim yapmamişti. Ancak gelinen noktada Rusya’nın tüm Ukrayna’yı hedef alan hücumsı, 5 milyonu aşan Ukraynalı sığınmacı problgüvenılirinin ortaya çıkması ve Putin’in Ukrayna’nın ötesine uzanacak şekilde Avrupa’nın güvenliğini tehdit edecek politikalara yönelme riski Berlin’i Moskova karşısında politikasını sertleştirmeye zorladı. Bu durumda Kuzey Akım 2 projesinde ısrar edilmesi artık Almanya’ya yarar değil zarar veren bir politika olarak kendini gösterdi. Yeni gelen koalisyon yargıeti Almanya’nın bu mevzudaki politikasını değiştirip aslen inşası tfakatmlanmış boru hattını dörutubet dışı bırakma sonucu aldı. Fakat bu politika değişikliği Alman Cumhurbaşkanı Steinmeier’in Kiev’de istenmeyen önder olarak görünmesini engelleyemedi.

Bir Avrupa ülkatii hedef alan Rusya saldırganlığı sonucu Batı’da oluşan yeni atmosışık, Batı blokuna mensup ülkelerin artık kolektif sualmluiyet içinde hareket etmelerini, kendi çıkarlarını bir kenara bırakıp Rusya’ya karşı inşa edilmeye çalışılan müdafa hattına destek vermelerini gerektiriyor. Bugüne kadar kendi çıkarlarını her şeyin üstünde (über alles) tutan pragmatik Almanya ise bu yeni atmosışıke ayak uydurmakta zorlanıyor. Uluslararası İlişkiler bilimi açısından bakılmış olduğunda ise şu anda Rusya’ya karşı oluşturulmaya çalışılan ittifakın ana mbayındırı ABD’ye ne kadar güvenılebileceği sualsu da Berlin’in işini zorlaştırıyor.

***

[Prof. Dr. Kemal İnat, Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesidir]

*Makalelerdeki düşünceler yazcaarına ilişkintir ve Anadolu Ajansının editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Devamını görüntüle

ANALİZ

Dr. Onur Urazca, hukuki açıdan sözde soykırım iddialarını kıymetlendirdi

Yayınlanan

aktif

Yazar

Dr. Onur Uraz, hukuki açıdan sözde soykırım iddialarını değerlendirdi

Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi Dr. Onur Urazca, Ermenilerin sözde soykırım iddiaları, soykırımın tarifı, internasyonal hukuktaki örnekleri ve bu hususta Batı’nın çelişkilerine dair sualları yanıtladı.

Soykırım kabahatunu kim tariflıyor?

Soykırımın iki değişik tarifından bahsyazcaınsalliriz. Çünkü soykırımın asla politik olmayan bir çıkış noktası var. Bir Polonya Yahudisi olan hukukçu Raphael Lemkin’in bulmuş olduğu bir kavram aslına bakarsak bu. Lemkin, 1944 zfakatnındeki Axis Rule kitabında dokuzuncu bölümde Yunancadan “genos” ve Latince “caedo” iki kelimeyi birleştirerek bu terimi byüceyor.

Daha sonrasında 1946 yılsinde BM Genel Kuryüce’nun bir sonucuyla ilk kez resmi belgelere giriyor. 1948 yılsinde da hukuken tfakatmlanıyor. Örutubetli kısım şu; Lemkin’in yapmış olduğu tarifla bizim hukuken haiz olduğumuz tarif kapsam olarak birbirinden değişik. Lemkin’in tarifı ziyadesiyle geniş. Tarihsel bağlamda biroldukca şeyi kapsıyor. Eğer Lemkin’in tarifı kabul etseydik bugün biroldukca şeye soykırım diyebilirdik. Fakat günün sonunda en mühim farkımız, sualmuz aslına bakarsak şu: Soykırım bir hukuki tarif mıdır, yoksa bir cemiyetsal olgu ve sosyolojinin, tarih biliminin mevzusu mudur? Kesinlikle ilki.

Soykırımın hukuki anlamda net tarifı nedir?

Bizim uyguladığımız hukuken takip etmiş olduğumiz tek bir tarif var: 1948 sözleşmesi. Roma Statüsü ile tekrar teyit edildi, asla değiştirilmedi. Belki de en uzun süredir aynı kalan tarif ve bu tarifda oldukca net şekilde soykırım kabahatunun çerçevesi çiziliyor.

Asıl soykırımı ayırt eden şey hukuki bağlamda ve tek geçerliliği olan tarif bağlamında “kasıt”. O da şu şekilde tariflıyor: Bir grubu kısmen ya da tümüyle -ki dört grubu mütevazcaice korur; milletal, ırksal, dini ve etnik gruplar- ya da kasten yok etmek kastıyla bu fiillerden birini işlerseniz der tarif. Asıl ayırt edici ve bulmamız gereksinim duyulan nokta bu. 1915 vakaları hususunda da niçin mesela Ermeni savlarını korumak için çaba sarfeden kimseler hukukun hep haricinde kalıyorlar? En mühim sebeplerinden biri de bu.

Bu tarif mevzusunda maalesef ikimiz de hata yapmış olup işi oldukca fazcala cemiyetsal bilimlere, tarihe taşımış olduğumız anda aslına bakarsak Ermenilerin daha güçlü olduğu noktaya taşımış oluyoruz. Ama genel olarak oldukca politize edilen bir şey soykırımın tarifı.

Ermeniler soykırımın hukuki tarifını görmezden mi geliyor?

Zaten Ermeni savini ve savını kullanan kimselerin hukuki tarifa başvurma şansı yok. Bo şekilde bir talepleri de yok. 1944’te ilk kez ortaya atılmış, 1946’da hukuki metinlere girmiş, 1948’de de hakkaten bağlayıcı şekilde bir metne dökülmüş internasyonal hukuk bağlamındaki bir terimi iyi mi oluyor da siz 1915’e geri yürütüyorsunuz? Bunla ilgili de zorladıkları oldukca bölgeler var fakat aslabiri makul açıklfakatlar değil. O yüzden ilaçmlı önlerinde bu engel olacak.

Yahudi Soykırımını ve 1915 vakalarını aynı kefeye koymak çelişki değil mi?

Bu genel bir münakaşa mevzusu aslına bakarsak. Hatta Yehuda Bauer şeklinde bazcaı meşhur akademisyenler şunları da söylüyorlar: “Nazcai soykırımı tekil bir vakaydı. Asla benzeri yaşanmayacak. Bizce Holokost ile soykırım kavram deliğini ayırmalıyız.”

“İkisi aynı yere mevzulfakatz” diye bir iddia da var. Bu bağlamda bunu da düşünebiliriz fakat bu karşılaştırma her daim yapılıyor, “o o şekildeyse, bakın bu bo şekilde değildi” diye. Halbuki biz minimumından hukuki bağlamda oldukca da fazcalaha kvaka, daha matematiksel bir biçimülle düşünüyoruz, bu var mıydı yok muydu?

Soykırım kastı bağlamında esasen Nazcai Almanyası’nın belgeleri ortada. Hiçbir şey yoksa Hitler’in yazcadıkları, “Kavgam” kitabında so şekildedikleri ortada. Kasta dair aslabir sual işaretinin olmadığı iki vakadan biri bu. Diğeri de Ruanda’dır. Ruanda’da da net bir halde kasıt bellidir.

Ama öteki vakaların tümünde bugüne dek mahkeme önüne gelmiş Srebrenitsa şeklinde kasıt, hep bir sual işareti oldu. Bununla ilgili de bazcaı mahkemeler zorunluen teoremler geliştirmeye çalıştı. Bunlardan en mühimsi de şu: Diyorlar ki bo şekilde net bir belge, kasıt bulfakatdığımız zfakatn, biz vakasın tümüne bakarız, vakasın tümünden yapılabilecek tek çıkarım, soykırım kastı olduysa o zfakatn soykırım kastının var byücenduğunu so şekildemektir. Çünkü bunu direkt olarak bulmamız oldukca zor.

Şunu da ziyadesiyle tarihçilerimize tavsiye ediyorum. Bu sayı, kaç kişi yaşamını yitirdi-etmedi, kaçı göç etti-etmedi şeklinde münakaşalar hukuk nezdinde oldukca makul münakaşalar değil. Çünkü bu biçim şeylerin örutubeti yok. Bizim için en mühim şey -kvakaçe bir biçimülasyon olarak so şekildeyeyim- kasıt var mı yok mu? Gerek göç fiilleri, gerek orada yaşanmış olan ikincilhsiz bazcaı ölümler bo şekilde bir kasta binaen mi oldu, olmadı mı? Bunun için de genel resmi çizip genel fotoğraf içinde tek çıkarımın bu kasıt olfakatyacağını kanıtlfakatmız lazcaım. Bunun için elimiz oldukca güçlü. Biz aslına bakarsak yanlış bölgelerde dolyad ediyoruz. Bu işi hukuka çekmek ilaçmlı bizim pozitif yanlamış olurımıza. Bunu Türkler, Osmanlı kasten mi yapmış oldu diye suallmalı. Bir yıl ilkin Sarıkamış’ta olanlamış olurı biliyorsunuz ki. Kendi askerlerine iaşede sualn yaşayıp kaç tane askerimiz şehit oldu, yitirdik. O dörutubetdeki Osmanlı Devleti’nin durumunu da düşünmek lazcaım.

Soykırım mevzusunda Batı’nın çelişkileri neler? Soykırım terimi siyasal saiklerle kullanılıyor mu?

Buradaki en mühim çelişki bu işi politize etmek fakatcıyla ilaçmlı kullanılması. Yani hukuki tarifın ilaçmlı bir kenara bırakıldığını ve işin içine politikain girmiş olduğuni görüyoruz. Bir parlamento, bir internasyonal ceza hukuku terimiyla ilgili iyi mi karar alabilir? Bu bağlamda oldukca siyasal bağlamda kullanıldığını rahatça so şekildeyebiliriz.

Her toplu ölüm soykırım değildir. Bu terimin bu kadar liberal şekilde kullanılmfakatsı lazcaım. Kullanılınca ve hukukun dışına çıkınca ne şeklinde sualnlar byücenduğunu görüyoruz. Biden’ın Ukrayna ile ilgili “Rusya’nın yapmış olduğu soykırımdır” açıklfakatsına Macron’un cevabı, “Bir dakika derhal bo şekilde kullanmayalım. Bu hukuki bir kavramdır.” oldu.

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demek durumunda kalıyoruz. İş 1915 vakalarına ulaşınca derhal parlamento sonucu alabiliyorsunuz ki, siyasal olarak buna soykırım diyebiliyorsunuz ki, fakat şu an başka bir siyasal konjonktür olduğundan “Soykırım hukuki bir tarifdır, hukuki bir kavramdır, bo şekilde diyemeyiz.” diyorsunuz.

Suriye’de yaşanmış olanlamış olurda, göçmen krizinde asla kıymetlendirilmeyen ortaya bile atılmayan bir kavram soykırım. Ne hikmet ise oldukca da fazcalaha minör vakalarda tfakatmen siyasal konjonktüre bağlı olarak ansızın ortaya atılıyor.

Myanmar’da, Uygurlar mevzusunda da oldukca liberal ve süratli şekilde kullanıldığını görüyoruz. Allah’tan o iki mevzu içinde bilözgüsa Myanmar için yargı süreci ilaçm ediyor, sakinleşti oradaki so şekildemler. Ama söylediğim şeklinde kullanırken oldukca dikkat edilmesi gereksinim duyulan bir kavram. Siyasileştirilmekten uzak durulması gereksinim duyulan bir kavram, lakin kezatle, ısrarla siyasalleştiriliyor.

1915 vakalarına “soykırım” diyen Avrupa kabahat ortağı mı arıyor?

Almanya’nın kendisine bir kabahat ortağı aramış olduğuna dair oldukca fazcala iddia ve düşünce var. Fransa’yı da bu işin içine katabiatl olarakliriz. Almanya bilözgüsa son dörutubetde Afrika’da yapmış olduğu bir soykırım iddiasıyla ilgili (1909 yılsindeki bir vakayla ilgili) tazcamdirenme ödedi. Ama ısrarla bunun soykırım kabahatu olmadığını söylüyor. “Yaşananlamış olurdan dvakası aslır diliyoruz fakat biz soykırım yapmadık” diyor. Enteresan şekilde işin kenarından kıyısından dolaşmaya çalışıyorlar. Almanya, dünya üstünde en küçük bir şey olsa bu insan hakları ihlali, soykırım deyip öne atılıyor. Yaptıkları bir başka zekice politik hamle de Nazcai Soykırımı. Biz bile Nazcai Soykırımı diyoruz. Halbuki iş 1915 vakaları olunca Batılılar, Türkleri başka vakalar olduğunda Sırpları, doğrusu ilaçmlı bir milleti kabahatluyor. Orada ise “Tatlı Almanlamış olur bir şey yapmadı, Nazcailer yapmış oldu”. Sanki oyu veren Almanlamış olur değildi? Sanki Hitleri iktidara getiren Almanlamış olur değildi. Sanki o işleri meydana getiren Almanlamış olur değildi. Lakin tüm bakılmış olduğunda oldukca zekice bir politik hamleyle Almanlamış olurı ve Nazcaileri birbirinden ayrıştırdıklarını görüyoruz. Kimse Alman soykırımı demiyor, hepimiz Nazcai soykırımı diyor.

Uluslararası Adalet Divanı’nın tavrı nedir?

Uluslararası Adalet Divanı’nın hem Bosna-Sırbistan hem Hırvatistan-Sırbistan davalarında almış olduğu kararlar, belli açılardan politize olmuş kararlar. Srebrenitsa soykırım olarak nitelenmesine karşın en oldukca tartışılan kararlardan biri. Lakin göç mevzusunda doğrusu 1915 vakalarına benzerlik gösteren, Vukovar şeklinde bölgelerde yaşanmış olan hadiselerde Uluslararası Adalet Divanı’nın net bir so şekildemi var. Bunlar başka kabahatları teşkil yazcaınsallir, insanlığa karşı kabahat teşkil yazcaınsallir, harp kabahatu teşkil yazcaınsallir. Samimiyetle izah edelim 1915 vakalarıyla ilgili bir mümkünlık bu münakaşaları da açabiliriz fakat ‘göçlerden bo şekilde bir kastı çıkarfakatyız’ diyor. ‘Yok etme kastı byücenduğunu çıkarsayfakatyız’ diyor Uluslararası Adalet Divanı.

1915 vakalarıyla ilgili Ermeni savları ise “Türkler göçü Ermenileri yok etmek için organize etti, bilerek yapmış oldular” diyor. Fakat bununla ilgili kanıtları yok. Türklerin, göçü bu fakatçla yapmış olduklarına dair bir kanıt yok ortada. Tarihsel olarak bakmış olduğumızda ise Sarıkamış’ta yaşanmış olan iaşe problgüvenılirinin orada da yaşanmış olduğunı görüyoruz. Gerçekten kimi zfakatn yemeğin ulaşfakatması, güvenliğin sağlanfakatması, kimi çetelerin saldırması, o tarihte biroldukca Ermeni yurttaşının yaşamını yitirmesi şeklinde vakaların yaşanmış olduğunı inkar edemeyiz. Fakat bo şekilde bir kastın çıkarımı söz mevzusu değil. Elimizdeki kanıtlerle mümkün değil.

Bu mesnetsiz iddialara karşı Türkiye ne yapmalı?

Göç ettirme kastının olduğu açık. Sevk ve İskan Kanunu ortada fakat bunun bir grubu yok etme kastı olmadığı da gene ortada. Zira kendi devletimizin içindeki bir grubu başka bir yere göç ettirdik. Yok etmek istesek niçin göç ettirelim? Burada daha siyasal ve harpın getirmiş olduğu bir kaygı olduğu açık.

Sürekli şu şekilde bir hata yapıyoruz: Kendimizi müdafaya çalışıyoruz. Hukukta iddiayı kanıtlfakat ile yükümlütir iddia eden kişi. Sürekli “Aman kendimizi aklfakatlıyız” şeklinde bir yaklaşımımız var. Hukuken elimiz oldukca güçlü. Daha rahat olmalıyız. Yurt haricinde da doğru kanallarla doğru şekilde kendimizi ifade etmeliyiz. Uluslararası alandaki politik anlatıya karşı hukuki bir anlatı ile yanıt vermeliyiz.

Türkiye’nin kendi öyküsünü kurması gerekmiyor mu?

Ermeni iddialarının internasyonal kamuoyunda tartışılmazca bir gerçekmiş şeklinde yansıtılması; Ermeni diasporasının büyük bir başarısıdır. Bununla ilgili inanılmazca bir kaynak aktarılıyor ve bu anlatı Ermeni kimliğinin temel taşı. Ermeniler büyük ve ekseriyetle diasporada yaşayan bir toplyücek. Bu toplyüceğu bir arada tutmanız gerekiyor. Diaspora da bunu yapıyor. Örneğin, Kim Kardashian Ermeni byücenduğunu mütevazcaice 1915 vakalarında hatırlıyor. Onun haricinde ABDlı kendisi, 1915 vakaları gündeme ulaşmış olduğunda “Biz Ermeni’ydik” diyor. Ermeniler, hep bir anti-Türk anlatısıyla kendi kimliklerini tariflıyorlar. Büyük devletler ile daha küçük devletleri, milletleri ayıran hususlardan biri de budur. Bir Türk, bir İngiliz bo şekilde bir acıdan kendisine kimlik devşirmez.

1915 vakalarının soykırım olduğu iddiasını her türlü yere iliştirmeye çalışıyorlar. Bunun için oldukca ciddi para harcanıyor. Bugün ABD’da eyaletler düzeyinde müfredata sokmaya çalışıyorlar. İlgili kişilerin içeride de bu mevzuyla ilgilenmesi, anlatıyı tekil tutması ve gerçeğe bağlı meblağak yürütmesi gerekiyor ki gençlerimizin de yeni kuşağın da kafası karışmasın.

Bunu mütevazcaice Ermeni diasporasının başarısı olarak görmek ne kadar doğru? Syaşamgecilik geçmişi olan ülkeler Ermenilerin anlatısını mı kullanıyor?

Bu tekil olarak bir diasporanın başarabileceği bir şey değil. Benim bu kadar param var deyip bir devlete sen bunu kabul ettiremezsin. Burada devletlerin de politik çıkarı olması gerekiyor. Başta ABD olmak suretiyle Almanya ve Fransa’nın da bunu himaye etmiş olduğuni so şekildeyebiliriz. Bilözgüsa Fransa ve ABD için bu bir iç politika vasıta-gereçsi.

Hukukun dışına çıkmış olduğunız zfakatn soykırım bir moral üstmeşhurk terimi haline geliyor. Başka devletler el vermeseydi eğer, bu Ermeni anlatısı ve diasporasının bo şekilde bir başarıya yetişme şansı olmayacaktı internasyonal düzlemde. Kesinlikle bir politika vasıta-gereçsi… O yüzden işi hukuki boyuta geri döndürmemiz gerekiyor.

İki tarafı da doygunluk edecek bir çaslım var mı?

Eğer hukuk kanalına geri dönecek olursak, esasen hepimizi doygunluk edecek bir çaslım byücenur. Ama Ermeniler asla masaya oturmayacak, şu sebeple bu so şekildem Ermenilerin temel taşı. Onun için masaya oturmayacaklar. Ben bir çaslım maalesef görmüyorum.

Devamını görüntüle

ANALİZ

İran nükleer antak kalması çıkmazcaa mı girdi?

Yayınlanan

aktif

Yazar

İran nükleer anlaşması çıkmaza mı girdi?

İran ile nükleer antak kalmanın tarafları içinde Avusturya’nın başkenti Viyana’da meydana getirilen sadece geçen ay durdurulan görüşmelerin çökmemesi için antak kalmanın tarafı Avrupa ülkelerinin sarf etmiş olduğu yoğun çabaların netice vermediği görülüyor.

Taraflar averaj 12 aydır ilaçm eden görüşmelerde nihai aşfakatya yaklaşılmış olduğuna dair iyimser açıklfakatlar yaparken antak kalmanın taraflarından Rusya, 5 Mart’ta Ukrayna cenkıyla ilgili kendisine yönelik yapmış oldurımların İran ile iş birliğine zarar vermeyeceğine dair ABD’den yazcaılı güvenceler talep etti.

İran’la antak kalmaya varılması halinde bazcaı bölge ülkelerinin, antak kalma kapsamında mali varlıkları üstündeki blokelerin kaldırılması sonrasındasında İran’a karşı yeni hazcaırlıklara girmesi gerekebilir.

Rusya’nın bu beklenmedik talebi nihai aşfakatya gelinen görüşmelerde pürüze yol açtı.

Bu gelişmeler yaşanırken AB Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, 11 Mart’ta “dış etkenler” sebebiyle Viyana’da İran nükleer antak kalmasının tekrardan uygulanması için yürütülen görüşmelerin durdurulduğunu deklare etti.

Bununla birlikte, görüşmelerin durdurulması, İran görüşme kurulinin danışmanlamış olurından Muhkamud Marandi’nin ABD’yi, “Viyana görüşmelerindeki davranışını sürpriz şekilde değişim yapmakle” kabahatlfakatsının arkasından geldi. Marandi, “Washington’un değişen davranışlarına” ilişkin ise data vermedi.

Duraklfakatnın, Rusya’nın güvence talebine çaslım bulmayı fakatçladığı so şekildendi sadece Moskova’nın 15 Mart’ta Washington’dan lüzumlu yazcaılı güvenceler almış olduğunı duyurması üstüne bu sualn kısa sürede çaslıldü. Anlaşmanın önündeki Rusya ile ilgili pürüzler ortadan kalksa da derhal derhal nükleer görüşmelerin ne süre başlamış olacağı açıklanmadı.

Bu gelişme, aylardır Avrupalı kurullerin görüşmelerde antak kalmaya varılacağına dair sergiledikleri iyimserliğin yanı sıra ABD’nin nükleer antak kalmanın “yakında” sağlanabileceğine ilişkin açıklfakatlarını boşa çıkarabileceğini gözler önüne serdi. Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price, 4 Nisan’da yapmış olduğu açıklfakatda, nükleer görüşmelerde Tahran’la geriye kalan ihtisözleri aşabilecekleri fırsatın byücenduğunu ifade etmişti.

BM ve biroldukca ülke, 2015’te varılan nükleer antak kalma doğrultusunda Tahran’a karşı ekonomik yapmış oldurımları kaldırdı. Körfez’deki Arap yetkililer ile ABD’lilere nazcaaran ise İran, söz mevzusu yapmış oldurımların kalkması sonucu bölgenin güvenlik ve istikrarını hedef alan etkinlikleri finanse etmek suretiyle kullanmış olduğu milyarlarca dolara ulaşmış oldu.

ABD’nin Mayıs 2018’de tek taraflı şekilde nükleer antak kalmadan çekilerek Tahran’a yönelik yapmış oldurımları daha ağır şekilde geri getirmesi üstüne İran yönetimi, nükleer programcığını geliştirmek için daha ciddi çabalara girdi.

Batılı ülkeler ve İsrail ise İran’ın nükleer tabancalara haiz olmaya oldukca yaklaştığı kanaatini hisselaşıyor.

“ABD’liler sözlerinde durmadı”

İran önderi Ayetullah Ali Hfakatney, 12 Nisan’da ülke yetkilileriyle gerçekleştirmiş olduği byüceşmada, Viyana’daki görüşmelerin çıkmazcaa girmesinin vazcaifelisunun ABD byücenduğunu ve ülkenin gelecek planlamış olurının nükleer görüşmelerin sonucuna bağlanmfakatsı gerektirme etmiş olduğuni so şekildedi. Hfakatney ek olarak görüşmelerin yolunda gitmiş olduğuni ve İranlı görüşme kurulinin Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi ve Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi ile uyumlu hareket etmiş olduğuni belirtti.

Hfakatney’in Twitter hesabından meydana getirilen hisselaşımda, ilkin görüşmelerin yolunda gitmiş olduğune dair ifadeleri hisselaşılsa da hemson olarakra bu ifade silinerek, “ABD’liler sözlerinde durmadı. İşleri çıkmazcaa sokan hepimiz değiliz, onlardır.” ifadeleri yer aldı.

Bu arada İran Meclisindeki milletvekillerinin büyük bir oldukçanluğu, Viyana’daki nükleer görüşmelerde uzlaşı için ABD’nin antak kalmadan tekrardan tek taraflı çekilmeyeceğine dair yasal güvenceler dahil bazcaı şartlar öne sürdü. 10 Nisan’da 290 kişilik Mecsıralfakatki 250 milletvekili tarafınca imzalanan ve mümkünlıkler içinde nükleer antak kalma için Meclisin şartlarını ortaya koyan bir bildiri okundu.

Bildiride, ABD Başkanı Joe Biden’ın ifadeleri dahil olmak suretiyle Washington’dan gelen sözlü vaatlerin güvence sayılmayacağı, ABD’nin gelecekte antak kalmadan tekrardan tek taraflı çekilmeyeceğine dair yasal güvenceler sunması ve mümkün bir antak kalmanın ABD Kongresi benzer şekilde karar alıcı organlamış olurı tarafınca onaylanması gerektiği açıklandı.

İranlıların bahsi geçen taleplerine karşı ise ABD’li emekli generallerden oluşan 46 askeri yetkili, Başkan Biden ve Kongre üyelerine yolladıkleri bildirida, Viyana’da İran’la meydana getirilen görüşmelere karşı çıktı. Mesajda, “varılacak antak kalmayla Orta Doğu ve dünyada terörü himaye eden en büyük ülke olarak öne çıkan İran’ın nükleer tabancaa haiz olacağı” uyarısı yapılmış oldu.

Biden’ın yönetime geldiği 2021’in başlangıcından beri, 2015 yılsinde varılan nükleer antak kalmanın belli bazcaı şartlar altında geri geleceği mevzuşyüceyor. Bu şartların başlangıcında ise antak kalmanın tüm maddeleriyle dörutubetye girmesi karşılığında İran’a yönelik yapmış oldurımların kaldırılması geliyor.

İran, nükleer antak kalmanın tekrardan etken hale getirilmesi fakatcıyla bir yıldan beri Viyana’da Çin, Rusya, Fransa, İngiltere ve Almanya ile direkt görüşmelerde byücenmuş oldu. ABD de kendisi ile İran içinde koordinasyon görevi oynayan AB üstünden bu görüşmelerde dvakalı olarak yer aldı.

Nükleer antak kalmayla ilgilenen tarafların içine girmiş olduğu iyimser atmosışık doğrultusunda son haftalarda İranlı kurulin de aralarında yer almış olduğu görüşmeci kurullerden bazcaıları, görüşmelerde ilerlemeler kaydedbilimselş olduğuni deklare etti. Geri kalan bazcaı ihtisözlerin aşılmasıyla oldukca yakında bir antak kalmaya varılabileceğini aktaran bazcaı kurul üyeleri, bu ihtisözlerin da “İran Devrim Muhafızlarının terör sıralfakatsından çıkarılması ve İran’ın bloke edilen varlıklarının özgür bırakılması” benzer şekilde adımlarla aşfakatlı olarak aşılabileceğine işaret etti.

İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Said Hatipzade ise Çin, Rusya, Fransa, İngiltere ve Almanya ile görüşmelerin tfakatmlanmış olduğunı so şekildeyerek, “Washington’un sonucundan başka bir şey kalmadı.” dedi.

Avrupa ülkeleri, İran petgörevi için görüşmelerde taviz vermeye talepli

Viyana’daki görüşmeleri yakından takip eden uzmanlamış olur, AB ülkelerinin görüşmelerde telaşlı davranmasını ve İran lehine bazcaı tavizler verilmesi noktasında talepli olmasını, Rusya’ya yönelik yapmış oldurımlar sebebiyle piyasaların İran petgörevine olan ihtiyacına bağlıyor.

Avrupa ülkelerinin aksine ABD’nin İran’a karşı daha oldukça taviz vermemeye çalmış olduğuna işaret eden uzmanlamış olur, Washington’un piyasaların petrol ihtiyacının karşılanması için üretimlerini artırmaları mevzusunda Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) başta olmak suretiyle Körfez ülkeleri üstünde baskı oluşturduğuna dikkati çekiyor.

Ancak Körfez’deki Arap ülkeleri, ABD’nin petrol üretimi mevzusundaki bu talebini yerine getirmeme yönündeki tutumlarını sürdürdükleri benzer şekilde Viyana’daki görüşmelerde bir taraf olarak yer almayı hak ettiklerini emareyor.

Nitekim Arap ülkeleri ve İsrail, ilişkilerinin gerbilimselş olduğu İran’ın nükleer tabancaa haiz olması halinden bundan en oldukca kendilerinin etkileneceğini ifade ediyor.

İran’la antak kalmaya varılması halinde bazcaı bölge ülkelerinin, antak kalma kapsamında mali varlıkları üstündeki blokelerin kaldırılması sonrasındasında İran’a karşı yeni hazcaırlıklara girmesi gerekebilir.

Yaptırımların kalkmasının arkasından Suudi Arabistan’ın yanı sıra BAE, İsrail, Irak ve öteki bazcaı ülkeler için tehdit olan İran bağlaşıki bölgesel grupların Tahran’dan daha oldukça destek alması mümkün. Bu bağlamda Suudi Arabistan benzer şekilde bazcaı ülkelerin bölgesel gerbilimselşliği düşürmek ve bölgenin istikrarını hedef alan Yemen’deki Husi milisler benzer şekilde grupların etkinliklerinin desteklenmemesi güvencesi için Tahran’la kontakt yolları arıyor. Öyle ki Katar Savunma Bakanı Halid Atiyye’nin 27 Mart’ta meydana gelen Doha Forumu’ndaki açıklfakatlarına nazcaaran, Körfez’deki bazcaı Arap ülkeleri, nükleer antak kalmaya varılmasının arkasından İran’ı da kapsayan bölge ülkeleri içinde bir bölgesel güvenlik antak kalması imzalanmasını umut ediyor.

Bu niçinle ABD Başkanı Biden’ın izlediği politika, netice saygınlıkıyla Tahran’dan lüzumlu güvenceler alındıktan sonrasında nükleer antak kalma imzalanması yönünde. İmzalanacak antak kalmayla İran’ın ve bölgedeki istikrarı tehdit eden ona bağlaşık güçlerin etkinliklerini zayıflatmayı hedefleyen Beyazca Saray, İran Devrim Muhafızlarını terör sıralfakatsından çıkarma, 2015’teki antak kalmayı etkenleştirme ve Tahran’a yönelik yapmış oldurımları aşfakatlı olarak kaldırmayı öngörüyor.

Devamını görüntüle

Trend Haberler